Kuşadası Limanı’na yaklaşırken heyecanlıyım. 3 gece, 4 gün sürecek Patmos’tan başlayıp Atina’ya varacak cruise turum buradan yola çıkacak. Kuşadası sahilinde telaşsız bir kahvaltıdan sonra kısa bir sabah yürüyüşü yapıyorum. Ardından pasaport kontrolü için limana geçiyorum. İşlemler uzun sürmüyor, artık gemideyim. Kamaram deniz manzaralı, keyfim yerinde. Ege’nin mavi sularını yara yara ilerleyen tatil gemisinde adalardan kopup gelen rüzgârlar tenimi okşuyor. Derken Patmos’un boz ve kayalık kıyıları görüş sahama giriyor.
Gezginimiz Melih Uslu, Patmos’da.
Azizler ve plajlar adası
On İki Adalar’ın (Dodekanez) kuzeyindeki bu sürprizli kara parçası, Osmanlı döneminde Batnoz olarak anılmış. Şimdi adı Patmos, sakinliğiyle tanınıyor. Asıl cazibesi, kutsal mekânlarından ve çakıllı, berrak plajlarından geliyor. Son yıllarda sanattan ilham alan butik hediyelik dükkânları ve ada ruhunu yansıtan tavernalarıyla adından söz ettiren Patmos’ta karaya ayak basar basmaz vakit kaybetmeden gezmeye başlıyorum. Geminin hareket saati, 21.30. Yani neredeyse tüm gün buradayım. Önce limanın hemen arkasındaki sokakları geziyorum. Civarda, turkuaz ve beyaz renklerin hâkim olduğu kübik formdaki Kiklad mimarisinin izlerini sürmek mümkün. Tasarım harikası kafelerden birinde buz gibi frappe’mi yudumladıktan sonra tepedeki kaleye doğru uzanmak iyi fikir. Aziz Yuhanna’nın inzivaya çekilip İncil’in son kısmını yazdığına inanılan Apokalipse Manastırı’na doğru tırmanmaya başlıyorum. Adanın ikonik görüntüsünü oluşturan kalenin eteklerinde, bir hediyelik eşya cennetinin arasından geçiyorum. Biraz ileride, 11’inci yüzyıldan kalma surlardan içeri adım attığımda, mistik bir enerjiyle karşılaşıyorum. Ortodoks Hristiyanların ikinci Kudüs addettiği Aziz Yuhanna Manastırı, dev bir şatoyu andıran kalenin dehlizlerinde saklı…
Edebi bir şenlik tadında
Ertesi sabah Girit ile tanışmam, hayatımın en güzel anlarından biri olsa gerek. Heraklion (Kandiye) Limanı’na yaklaşırken, işte karşımda zirveleri karla kaplı Psiloritis Dağı ve ardında sakladığı sayısız efsane ve hikâye… Ege Denizi’nin güney ucunda boylu boyunca uzanan bu güzel adayı benim için özel kılan çok şey var. Nasıl olmasın! Bir edebiyatsever olarak kitaplarıyla beni büyüleyen Nikos Kazancakis ve unutulmaz karakteri Zorba’nın memleketi burası. Adada ilk yaşam izleri, günümüzden 10 bin yıl öncesine uzanıyor. Dünyanın en eski mutfağının, Osmanlı Bektaşilerinin, dört asırlık ortak kültürel mirasın, hasretlerin, gözyaşının, aşkın ve isyanın adasındayım. Mübadeleyle yerlisini Anadolu’ya yollamak zorunda kalmış, suyun karşı kıyısından gelenlere de kucak açmış ama o gün bugündür hep özlenmiş ve özletmiş bir diyar. Yunan adalarının en büyüğü olmasının ötesinde belki de en özgün olanı. Klasik Yunan yaşam biçiminden çok farklı ve biricik…
Knossos Sarayı, Girit
Mitolojik tanrıların davudi sesi Mikis Theodorakis’in Giritli olması, tesadüf olabilir mi sahi? Peki ya Bob Dylan’ın özgürlük sığınağı olması… Knossos Sarayı’nı bana müthiş detaylarla anlatan yerel rehber Yorgo (George) Papadopoulos’un söylediğine göre Theodorakis de Girit’e defnedilip ebedi uykusuna çekilmiş. Bütün bu detayları bilince Girit’i başka türlü geziyor ve seviyor insan…
Adadaki ilk durağım, Avrupa’nın en eski uygarlığı olan Minos’un kalbi Knossos Sarayı. Yapımı, MÖ 1900’lerin başına tarihleniyor. Saray, özellikle kırmızı ve turuncu renkli sütunları, mavi ve sarı renkli duvarlarıyla son derece etkileyici. Minos döneminin tipik freskleri ve saray ahalisini sembolize eden duvar resimleriyse tam 4 bin yıllık geçmişleriyle kelimenin tam anlamıyla büyüleyici.
Biraz da kentteki Osmanlı mirasının izlerini takip etmek üzere şehir merkezine iniyorum. Çarşıda hemen her şey tanıdık. Lokumlar, otantik lambalar, kemençeler, el yapımı bıçaklar, dokumalar, samimi yüzler… Fiyatlar turistik Yunan adalarına kıyasla çok daha ekonomik. Türkiye’den geldiğimi söylediğim insanların coşkusu yüzlerinden okunuyor. Çarşı caddesinin ucundaki Osmanlı çeşmesi, bütün zarafetiyle geçmişi yaşatıyor. Denize doğru uzanan caddenin üzerindeki tarihi kilise, eski bir Osmanlı camisinden dönüştürülmüş.
Patmos’ta Jimmy’s Balcony Tavernası’nın kızarmış karidesi.
Artık mola zamanı! Lions Meydanı’ndaki kafe pastanelerin birinde Yunan kahvesi eşliğinde adanın tipik tatlısı bougatsa’nın (ince hamur tabakaları arasında tuzsuz köy peyniri) tadına bakıyorum. Ada mutfağının başrol oyuncularına gelince… Yeni avlanmış ahtapotlar kurutuluyor, sonra zeytinyağı ve kekik eşliğinde servis ediliyor. Ayrıca kabak böreği, zeytinyağlı kereviz, nohut ekmeği, ada tavşanı, keçi ve oğlak eti, ıspanaklı fasulye, enginarlı pilav, bamyalı piliç, bademli kurabiye, pekmezli incir tatlısı, keçi peynirli ve ballı çörek, adanın sevilen lezzetlerinden birkaçı. Damakları çatlatan bütün bu lezzetleri görünce Giritlilerin neden hem uzun ömürlü hem de neşeli olduğunu anlamak da zor olmuyor. Hareket saatine yakın gemiye doğru giderken “Hoşça kal Girit, öyle güzelsin ki seni çok özleyeceğim, bir gün mutlaka tekrar geleceğim” diyorum içimden…
Akropol, Atina
Dev kraterin yamaçları
Kayalıkların üzerinden denize dökülüyormuş hissi uyandıran havuzlu butik oteller, begonvillerle süslü daracık geçitler, merdivenlerle birbirine bağlanan evler ve romantik günbatımları… İşte Santorini’nin özeti. Kiklad grubuna bağlı adaların en güzellerinden biri olan Santorini’de yerleşim, dev bir krater çemberinin yamaçları üzerinde gelişmiş. 18’inci yüzyıldan beri adanın başkenti olan Fira ise kesme şeker görünümlü bembeyaz evleri ve mavi kubbeli kiliseleriyle ünlü. 17’nci ve 18’inci yüzyıllardaki gösterişli ada mimarisini yansıtan, restore edilmiş malikâneleri görmek için Nomikou ve Erythrou Stavrou bölgelerine uzanmalısınız. Başkentin 12 kilometre güneybatısında ortaya çıkarılan 3 bin 500 yıllık Akrotiri şehri, Yunan adalarındaki en önemli arkeolojik bölgelerden biri. Adanın kuzey ucunda, kayalara yaslanmış pastel renkli yapılarıyla göz dolduran Oia kasabasıysa unutulmaz bir Santorini gezisini taçlandırıyor.
Final turu hızlı bir Atina
Yunan adaları turumuzun finalinden önce Atina’ya uğruyoruz. Başkentin üç büyük limanından biri olan Lavrion, Atina’ya yaklaşık bir saat mesafede, antik bir yerleşimin kıyısında. Atina’da Akropolis’e uğrayıp hızlandırılmış bir şehir gezisi yaptıktan sonra, benim için en heyecan verici anlardan birine geliyor sıra: Monastiraki’nin dükkânlar, kafeler ve lokantalarla dolu iştah açıcı sokaklarında plak avına çıkmak. Hızlı hızlı gezip ödülümü alıyorum. Yıllardır hayalini kurduğum plakları, koleksiyonuma kazandırmanın mutluluğuyla çıkıyorum dönüş yoluna…