Önceki akşam katıldığım bir toplantıda kadınlardan oluşan topluluğa “Özgürleşme yolunda önünüze çıkan engeller nelerdi?” diye bir soru yöneltildi. Gelen yanıtlarda en çok “kocam” geçiyordu. Bu engeli aşmış olan vardı, aşmaya hazırlanan vardı, düşününce bu en azından çoğu insan için ‘boşanılabilen’ bir engel. ‘Kendim’ diyen oldu ki aşılması en zor engel bu da. Ama itiraf edeyim benim aklımdan annem – babam geçti. Özleyerek hatırlayacağım bir üniversite hayatım olmadıysa, o bölümde ne işimin olduğunu hep merak ettiysem sebebini onlara bağlıyordum çünkü. Bunun hiç orijinal bir bahane olmadığını biliyorum ama ‘bence’ annemin babamın benimle ilgili planlarına hayır diyememiş, onları hayal kırıklığına uğratmayı göze alamamıştım.
Sonradan uğrattım tabii. Çünkü bu ‘engeli’ daha birinci sınıfta bir gazetede çalışmaya başlayarak aştım ve bedeli de yıllarca uzayan bir okul hayatı oldu. Ama şart mıydı? Ve tabii bu neden bu kadar çok insanın ortak kaderiydi?
Yaşamak ya da yazmak
Geçtiğimiz hafta sonu bu ve bundan başka pek çok sorunun kafama tekrar üşüştüğü bir buluşma yaşadım. Klinik psikolog Mine Özgüzel, Doğan Kitap’tan çıkan yeni kitabı “Yaşam Hikâye mi?” üzerine sohbet etmek için bir grup gazeteciyle bir araya gelmişti. Konumuz tam da buralardan geçiyordu. Kimin hayatını yaşıyorduk biz? Ya da kimin senaryosunu yazıyorduk?
Geçmişimize, çocukluğumuza, içimize dönüp bakmayarak, bugünkü sorunlarımızın kaynağını yine sadece bugünde arayarak kendi gerçeğimizden nasıl uzaklaştığımızı anlatıyordu, Özgüzel. Kendimize havalı bir ‘dış’ hikâye yazıyor, bunu yıllar yılı anlatıyor, o hikâyeye kendimiz de inanıyorduk. Hayat da bizi sürekli getirip getirip aynı kayalara toslatıyordu elbette. Çünkü aslında bir ‘iç’ hikâyemiz vardı ve biz ona dönüp bakmadıkça, “kendi bireysel varlığımızı oluşturmadıkça” sürekli çocukken anne babamızdan alamadığımız ‘teyidin’ peşinde koşuyorduk. Bu nedenle de kimseyle ‘gerçek’ bir ilişki kuramıyorduk. Doğal olarak, çünkü karşımıza çıkan hiç kimse ana babamız değildi. Biz de bir ‘yetişkin’ olarak duramıyorduk o ilişkinin içinde.
Zincirleme kaza
Neden okul örneğini verdim başta? Çünkü Mine Özgüzel anne babaların (üstelik aynı dertten kendileri de muzdarip olsalar da – hatta belki de en çok o zaman) dönüp dolaşıp çocuklarında kendi teyitlerini aradıklarını söylüyordu. Çocuğum benim izimden yürüsün, benim seçtiğim mesleği seçsin, benim açtığım ofisi / fabrikayı / dükkânı devam ettirsin, böylelikle benim de yürüdüğüm yolun doğru olduğu kanıtlansın. Mine Özgüzel’in “Bunu hiçbir ebeveyne kabul ettirmemiz mümkün değil” diye bize verdiği sır, “zincirleme kaza” diye tanımladığı durumun da müsebbibiydi. Kendi gerçeğini görmeyip başkasının senaryosunu kendisinin sanarak yaşama hali, böyle kuşaktan kuşağa aktarılarak devam ediyordu.
Doğal olarak “Bunu kırmak mümkün değil mi?” diye sorduk isyan ederek. Hayır değilse biz gene fazla arkamıza bakmadan hikâyemizi anlatmaya devam mı etseydik? Terapi diyor, Mine Özgüzel bu zincirleme kazayı durdurmanın çaresine. Ama bu imkân yoksa da, bu kitap var elimizde: “Yaşam Hikâye mi?” Mine Özgüzel’in terapilerde karşılaştığı vaka örnekleriyle somutlaştırdığı bir tür ‘kendi hikâyemize’ çıkış kılavuzu. Evet, kaçmak daha kolay, günü ve görüntüyü kurtararak yaşamak (pardon hikâye yazmak) da bir seçenek. Ama biliyoruz bunu, aslında mutluluk vermiyor. Bir de, gerçeğe giden yola çıkmak için hiçbir zaman geç değil.